Bazen, yaralarının iyileştiğini sanırsın. Sonra bir bakarsın; orada! Geçmemiş! Bunun sebebi, acılarınla tamamen yüzleşemediğin için olabilir mi?
Belki de travmalar birbiri üzerine binmiş, iç içe geçmiştir. Kaynamış kemik gibi… Çok öncelerden beri bizimdirler belki. Ama farklı biçimde, ama farklı miktarda; hep oradadır belki de. Bizimle birlikte nefes alıp güçlenmiş; büyüyüp serpilmiştir mesela içimizde. En derinlerde çörekli bir yara…
En kötüsü de, o yaranın yıllar yılı bizi şekillendirmesine göz yummuş olabiliriz. Bizi ve hayattaki seçimlerimizi, sinsice hep o yönlendirmiş olabilir. Bizi biz yapan, belki de o yara olmuştur aslına bakılırsa!
Yıllar boyunca, yaralarımızı öylesi bir sadakatle yaşatmışızdır ki içimizde…
Hal ne kadar zavallı olursa olsun, yine de öyle bir an gelir… Bundan daha fazlası olmak isteriz. Daha fazla, daha iyi, daha güçlü, daha… Ne diyeyim! Daha işte!
Şimdi nasıl olacak da değişeceğiz?
Haydi bir örnek vereyim. Annem on yıl önce öldü benim. Ben dimdik durdum ve yoluma devam ettim. Yıkılmadım. Elimden geldiğince. Her ne varsa doğru bildiğim, onu yapmayı tercih ettim. Bu tercihlerde bir şekilde, annem de hep benimleydi. “Yaşasaydı, annem böyle derdi. ” “Annem olsaydı; şimdi bu kararımla gurur duyardı.”
Annemi kaybetmek, aslında ciddi bir yara bende. Her ne kadar “Çok iyi idare ettim.” desem de… Ne var ki; artık kendi kurallarım oluştu. Kendi doğrularım gayet net. Tecrübe bileşkelerim sağ olsun!
Başka kimseyi düşünmeden, sırf kendi doğrularımla yürüsem bundan sonra; annemi hayal kırıklığına uğratmış olur muyum acaba? Oturdum, düşündüm. Sanmıyorum. Bana kalırsa bir kişi, yalnızca ve bir tek kendini hayal kırıklığına uğratır! Yaşasın, yaşamasın; diğer herkes konuya figürandır! Başrol daima kendimizde!
Her kabuk değiştirme zamanımızda, her yenilikte, her bir “yeniden doğuş operasyonu”muzda, hayal kırıklığına uğratma endişesi duyacağımız tek kişi; yine kendimiz. Annemin ölümü benim bir parçam ve ben bununla barıştım. Tıpkı hayatımda beni yaralamış olan herkesle ve herşeyle barıştığım gibi.
Ben annemi örnek verdim. Siz, kaybettiğiniz eski bir aşkın acısıyla mücadele veriyor olabilirsiniz. Tutkuyla sarıldığımız her olgu “aşk”tır. Ve aşkından vazgeçmek, ciddi bir iş! Her kayıp bir yaradır insanın içinde. Ancak bu şekilde davrandığımızda yaralarımız iyileşir. Ancak ve ancak, bir yarayı kabul edersek ve gerçekten tüm açık yürekliliğimizle ve dürüstlüğümüzle onunla yüzleşirsek…
Bizi acıtanları arkamızda bırakmak istiyorsak eğer ve artık eski acılarımız geçsin istiyorsak; onları eski kimlikleriyle bugünkü hayatımıza sokmayacağız. Üzerlerindeki eski kıyafetlerini çıkartacağız. Kabul ve onay giydireceğiz üzerlerine. Ve çıkıp o yaraların karşısına, diyeceğiz ki; “ Seni artık eski halinle hayatımda istemiyorum. Ben seni bugün farklı görüyorum. Hadi yeniden tanışalım, ben …”
Cesaret! Kararlılık! Sevdiklerimiz de lazım elbet yanımızda. Onlar en büyük destek. Dilerseniz tek başına da yol alabilirsiniz benim yaptığım gibi. Ama buradaki asıl en büyük ve en önemli soru şu: Bunu yapmaya; acılarımızla barışmaya ve onlarla vedalaşmaya hazır mıyız gerçekten? Yeni kimliğimizi gerçekten istiyor muyuz?
Bu soruların cevabında “evet” yer alıyorsa, o zaman geçmişi geçmişimizde bırakmamız mümkün. “Evet” diyenlere “Kolay gele” diyorum ben de!